Ana içeriğe atla

Sermaye Birikimi

Sermaye stoku olarak da tanımlanan sermaye birikimi, bir üretimin belli bir zaman dilimindeki ürün ve hizmet üretebilme potansiyeli olarak adlandırılmaktadır. Üretim aşamasında faydalanılan biçimsel unsurların değerinin yanısıra eğitim, AR-GE ödemeleri gibi biçimsel olmayan unsurları da kapsamaktadır. Sermaye birikimi gelişen devletlerin iktisadi gelişmesinde büyük rol oynamaktadır. Marx’a göre ise, “Artı değerin sermaye olarak kullanılmasına ve tekrar sermayeye dönüştürülmesine sermaye birikimi” denilmektedir.
Sermaye stokunun, teknolojik ilerlemeler ile yakından bir ilişkisi bulunmakta, istihdam artışı ile teknolojik ilerleme ve sermaye stok unsurları iktisadi büyümenin içinde yer alan önemli faktörler olarak tanımlanmıştır. Kavramın tanımı Adam Smith’e kadar gitmektedir. Smith’e göre uzmanlaşma ve iş bölümünün sağlanması için sermaye birikimi mutlaka olmalıdır. Sermaye birikimi bir ülkenin ekonomisi için öyle önemlidir ki birikimi sağlayan kurumsal oluşumların yıpranmasıyla birlikte birtakım problemler ortaya çıkmaktadır. Yıpranmanın sürmesi durumunda sermaye birikiminin tıkanıklığına sebep olmaktadır. Sermaye birikimi aşaması 3 temel noktadan oluşmaktadır. İlk aşamada kapitalizmi savunanlar kar amacıyla sermayelerini belli unsurlara yatırırlar sonrasında ise ürün ve hizmet üretebilmek amacıyla girdi durumundakileri çıktı haline dönüştürürler. En son aşamada ürünlerini satarak para sermayelerine dönerler. Birçok gelişmiş devlette sermaye birikimi üzerine çeşitli araştırmalar yapılmış olsa da Türkiye’de yapılan çalışmalar sınırlı alanda kalmış, sermaye birikiminin ölçülmesi aktif hale gelmiş fakat sermaye kalitesine yönelik dataların toplanma zorluğu sebebiyle konuyla ilgili data üretebilmek güçleşmiştir.
Türkiye gibi gelişme göstermekte olan devletlerde ortaya çıkan ekonomik krizlerde bankacılık alanında ortaya çıkan gelişmeler en önemli unsurlardandır. Böylece iktisadi alanda en büyük hasar bankacılık sektöründen ortaya çıkmaktadır. Bu da ülkeye dalga dalga yayılmaktadır. İşte bu noktada sermaye piyasası gelişmiş olan ülkelerde krizin etkileri daha az hissedilebilinmektedir. Türkiye’de sermaye birikimi 1950’li yıllarda genel itibariyle ticari boyutta olmuştur. Türkiye’de burjuva sayılabilecek kesim, dünya kapitalizmi ile birlikte hammadde ihracatıyla ve mamul ürün ithalatıyla uğraşmıştır. Türkiye’nin 50 yıllık zaman diliminde takip ettiği stratejiler doğrultusunda uygulamaya koyduğu araçların farklı olmasıyla beraber, ekonomi politikalarının ana hedeflerinden biri de sermaye stokunun hızlandırılması olmuştur. Türkiye’de 1946 yılında çok partili yaşamla birlikte planlı kalkınma dönemi ile 1960’lı yılların ortasında liberal ekonomi politikaları gerçekleştirilmiş ve özel sektörün oraya çıkması için çeşitli girişimlerde bulunulmuştur. İktisat politikalarının ana amacı sanayileşme olmasına rağmen, sektör tarım yönünde başatlık göstermiştir. Bu dönemde yerli hammadde tüketim ürünlerinde ithal ikamesi uygulamasına girişilmiş ve tarımda makineleşme ivme kazanmıştır. 1960’lı yıllarda oluşturulan kalkınma planlarının temel amacı sermaye birikimine ivme kazandırarak sanayiyi geliştirerek milli gelirleri yükseltmektedir. 1980’li yıllara kadar ithal ikamesine yönelik politikalar uygulanırken, kamu müdahalesi her zaman varlığını hissettirmiştir. Bu dönemde Türk parası yüksek tutularak sermaye yatırımları teşvik edilmek istenmiştir. 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’nin iktisat politikaları önemli değişiklikler geçirmiştir. İthal ikame terk edilerek dışa açılma politikası izlenmiştir. Bu dönemde piyasanın kuvvetlendirilmesi ekonomide sermaye stokunun ve verimlilik artışının en önemli unsurları olarak ele alınmıştır. Kamu gelirlerinin yükselmemesi sebebiyle meydana gelen mali açık iç borçlanmayı gerektirirken, yüksek reel faiz girişimleri ile sermaye birikimine destek verilmiştir. Sermaye stokunun yaygınlaştırma isteğine karşılık üretim ve karın beklenilen düzeyde artmaması, iç pazarın yeterince gelişememesine sebep olmuştur.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İkincil Veriler Nedir?

“ Bilgi veren, sorunu çözmemize ya da karar vermemize yardımcı olan her türlü bilgi ya da olguya veri adı verilir .” [1] Bir araştırmanın yapılabilmesi için verilere ihtiyaç duyulmaktadır. Araştırma öncesinde hangi verilere ihtiyaç duyulduğunun belirlenmesi gereklidir. İster nitel, ister nicel araştırma olsun gerekli olan verileri elde etme yöntemleri çeşitlilik göstermektedir. Örneğin kütüphane, deneyler, gözlemler, kurum ve kuruluşlardan verilerden elde edebilmek mümkündür. Burada önemli olan araştırma için kullanılan verilerin doğru olmasıdır. [2] Araştırma kaynakları ve kurumsal kaynaklar birbirinden farklılık göstermektedir. Araştırma raporları, geçmiş zamanda gerçekleştirilmiş araştırmaların raporlarını içermektedir. Oysa ki kurumsal kaynaklar dergiler, makaleler, gazeteler vb. yayınları içermektedir. Kaynaklar birincil veri ve ikincil veri kaynaklar olarak ayrılmaktadır. Birincil veri kaynaklarda yazar, olayın bizzat tanığıdır. Yazarın hayatta olup olmadığı önemli değildir.

Pazarlamanın Tarihsel Gelişimi ve Dönüşümü

Pazarlama tarihi, insanlık tarihi kadar eskiye dayandırılmaktadır. 1850’li yıllardan itibaren pazarlama alanı birçok evrimleşme geçirmiştir. Kavramın evrimleşmesinin nedenleri; teknolojinin, özellikle internetin yaygınlaşması, globalleşmenin meydana gelmesi ve insanların eğitim alma sürelerinin artmasıyla bilinçlenmenin artması olarak gösterilmektedir. Bütün bu nedenler neticesinde dünya tek bir Pazar konumuna gelmiştir. İletişim araçlarının gelişimi ile iletişim artmış ve böylece pazarlama kavramı değişim sürecine girmiştir. Geleneksel pazarlama, üretim ve satış kavramlarına vurgunun yapıldığı bir dönemi kapsamaktadır. Geleneksel pazarlamanın temel amacı en uygun ürün, fiyat, dağıtım ve tutundurma karmasını oluşturmaktır. İşletme odaklı bir yaklaşım söz konusudur. Geleneksel pazarlamada ne kadar çok kişiye satış yaparsan o kadar iyi mantığı bulunmakta, dolayısıyla müşterilerin özellikleri, davranışları, yaklaşımları dikkate alınmamaktadır. Müşteri hep geri planda kalmaktadır. Çünkü ü

Kuhn'un Paradigması

        Thomas Kuhn’un kaleme aldığı 1962 yılında yayınlanan “Bilimsel Deneyimlerin Yapısı” adlı eser, bilim dünyasında geniş bir etki yaratmış, konunun analizi açısından farklı bir yer edinmiş, pek çok bilim adamı tarafından bilim dünyasına yol gösteren bir eser olarak tanımlanmıştır.  19. yy ile birlikte Evrim Teorisi’nin ortaya çıkmasıyla toplum bilimleri ve doğa bilimleri önem kazanmaya başlamıştır. Ünlü bilim felsefecisi Imre Lakatos’a göre bilimsel geçmişi olmayan bilim felsefesi bir işe yaramayacağı görüşüne nazaran Kuhn’un görüşü, bilim tarihini bozmaya yönelik uygulamaların bilime zarar vereceği şeklinde olmuştur. Bilgilerin nesnel ölçütlerle ölçülebileceğinden ziyade çeşitli ama kendi içinde birbiriyle örtüşen izlenimlerin çatışmasıyla ortaya çıkan kavramsal değimlerle yaratılabileceğinden bahsetmektedir. Kuhn, birbiri ile rekabet içinde olan birbirinden farklılık gösteren bilimsel bakış açısına “Paradigma” adını vermiştir. Bu kavram dahilinde bilim ve bilim adamı tanımların